Gelecekte belki de gençlerin hatırlayamayacağı bir meslek
Büyük Larusse sandalyeyi sandal ağacından yapılmış iskemle olarak tarif etmektedir. (Sandalye yapımında sandal ağacının kullanılmasının nedeni hoş kokulu ve kerestesinin renkli oluşundandır. Bu ağaç Hindistan ve Malakka’nın dağlık bölgelerinde yetişir.)
Büyük Larusse başka bir anlatımda ise sandalyeyi yan kolları olmayan arkalıklı oturma eşyası olarak anlatmaktadır.
Biz bu yazımızda meclislerdeki partilerin sandalye sayısını, onların bin bir emekle ve söylevleri ile sahip oldukları koltuklardan ya da makam kürsülerinden söz etmeyeceğiz. Son zamanlarını yaşamakta olan ahşap sandalyeciliği ve onun yan ürünü olan kürsücülüğü anlatacağız.
BİLİNEN İLK SANDALYELER
En eski sandalyenin Mısır’da yapıldığı bilinmektedir. Bu sandalyede ayaklar ve bunları birleştiren parçalar hayvan pençelerine benzetilmiştir. Ayaklar çeşitli renklerle boyanmış olup değişik değerli malzemeler ile de süslenmiştir.
Yunan ve Roma sandalyelerinde ise oturma tahtası çukur ve aralıklıdır. Sandalye ayaklarının yay gibi eğri yapıldığı eski eserlerin üzerlerindeki tasvirlerden anlaşılmaktadır.
Arkalıklı ve dirsekliği olmayan ilk sandalyeler ise XVII. yüzyılın başında İtalya’da ortaya çıkmıştır. Bu sandalyelerde sağlam ve dayanıklılığından dolayı ceviz ağacı çok kullanılmıştır.
Oturma tahtaları bazılarında aralıklı, bazılarında ise bitişik olarak yapılmıştır. Sandalyenin bu bölümünde, bazen kumaş bazen de hasır örgü kullanılmıştır.
XVI. yüzyılın ikinci yarısında yüksek arkalıklı sandalyeler ortaya çıktı. Çarpı işareti biçimindeki kirişler “H” biçimindeki kirişlerin yerini aldı. Kullanılan tahtalar yalnız tornada değil el emeği ile de oyularak süslenerek yapılıyordu. Sadece ceviz ağacından değil, gürgen ve meşe ağacı da kullanılmaya başlandı.
XVIII. yüzyıla gelindiğinde sandalyelerde daha estetik bir anlayış hakim olmaya başladı. Zarif eğriler, alçak arkalıklar, oturma yerinin derinleştirilmesi, ayaklarını bağlayan kirişler kalkmış ve hasır örgü kullanımı da yaygınlaşmıştır. Bu dönemde oval ve yuvarlak sandalyelerde üretilmiştir. Maun ağacı ise Avrupa’da en çok kullanılan ağaç olmuştur.
SANDALYENİN BUGÜNÜ
Günümüz sandalyeleri daha akılcı daha hafif kolayca taşınır tarzda yapılmaktadır.
Ülkemizde sandalye kullanımı XIX. yüzyıldaki batılılaşma hareketi ile başlar. Geleneksel Türk ev döşemesinde ahşap malzemeden yapılan sedir, çoğu yerde ise yer minderi kullanılırdı. Yer minderi kullanımı Anadolu’da halen sürdürülmektedir. Yer sofrasında yenen yemek sandalye kullanımını gerektirmiyordu. Saray ve konaklarda rağbet gören sandalye Cumhuriyet döneminden sonra yaygınlaşarak başlıca ev eşyası haline geldi. Masa ve sandalye ikilisi evlerin olmazsa olmazları oldular.
SANDALYE VE KÜRSÜ NASIL YAPILIR
Sandalyeci ustaları önce, bulundukları bölgede çınar, gürgen, meşe ağacının en iyisini bulurlar. Bu ağaçlardan hızar atölyelerinde sandalyenin uzun ayakları için 90 cm’lik, kısa ayaklar içinde 50 cm’lik keresteler çıkarırlar. Sandalyenin oturulan yeri için kalınlığı 1,5 cm’lik tahtalar kesilir. Sandalyecilik mesleğinde bu tahtalara oturma tahtası denir. Bir sandalye için 8 adet parmak ağacı dedikleri yuvarlak kiriş yapılır.
Sandalyelerin ayaklarını birbirine bağlayan bu kirişleri ağaç tornacıları yapar.
Çınar veya diğer ağaç türlerinden 6 adet dört köşeli ağaç tepsi testerede çıkarılır. Sandalyenin diğer parçalarının kalınlık ve silme işleri planyada yapılır. Planya tezgahının üzerinde kambur adı verilen bir bölüm bulunur. Sandalyelerin iki uzun arka ayağı balıksırtı şeklinde eğridir. Tezgahın kambur bölümü bu eğimi yapmak içindir. Sandalyelerde otururken dengeyi sağlamak için arka ayakları arkaya doğru hafifçe eğik olarak yapılır.
Tepsi testerede yapılan işlere boylama denir. Sandalyelerin ayakları arasına çaprazlama olarak yanmış tel geçirilir ve ortasından bükülerek gerdirilir. Böylece kirişler ayaklara daha sağlam bağlanmış ve çıkması önlenmiş olur. Gerdirme teli ocaklarda tavlandığından adına yanık tel denmektedir.
Sandalyelerin oturma tahtaları eskiden vida ile vidalanırmış. Sonraları vidaların kalitesinin düşmesi nedeniyle vazgeçilmiş. Oturma tahtaları kirişlere çivi ile tutturulmaktadır. Sandalyenin ayakları, kirişleri, oturma tahtasının montajı ve tel ile de gerdirilmesinden sonra zımparalama işine geçilir.
Zımparalama önceleri elle yapılan zahmetli bir işmiş. Teknolojinin nimetlerinden sandalyecilerde bir nebzecik olsun faydalanmışlar ve bu işi spiral makinesiyle yapmaya başlamışlar.
KÜRSÜ
Kürsü, sandalyelerin arkalığı olmayanıdır. Ağaç tornacılarının bir buluşudur. Üzeri tahta kaplama olduğu gibi hasır veya bez şerit örgülü olanları da vardır. Ayakları köşeli ya da yuvarlak olabilir. Kirişleri de ya yuvarlak ya da köşeli kesilmiş ağaçtandır.
30×30 cm boyutlarında kısa bir oturma gerecidir. Tornada yapılan ayaklar yine tornada çekilen kirişler ile birleştirilir. Üzeri hasırotu veya sentetik şerit ile örülür ya da oturma tahtası ile kaplanır. Sandalyede olduğu gibi kürsüde de ayaklar arasında tel gerdirme vardır. Kürsü Anadolu’da genellikle çayhanelerde, köy kahvelerinde, hanlarda küçük esnafın gündelik yaşamında çokça kullandığı pratik bir oturaktır. 20 cm yüksekliğinde olanları ise banyolarda kullanılmak üzere yapılmıştır. 70- 80 cm yüksekliğinde olanları bar Amerikan’larda kullanılmaktadır.
Oturmalığı hasır örgü olan kürsüler daha çok Antakya ilimizde yapılmaktadır. Hasır otunun yetiştiği yer olmasından olsa gerek.
Sandalyeler yazlık sinemaların, çeyiz ve kına törenlerinin, kır düğünlerinin aranılan malzemesiydi. Sandalye kiralama işi yapan iş yerleri vardı. Düğünü veya buna benzer toplantıları olanlar sandalye kiralama yerlerinden ihtiyacı kadar, belli bir ücret karşılığı istedikleri sayıda sandalye veya kürsü kiralarlardı.
Ahşap sandalyelerin istiflenmesi, saklanması ve depolanması çok yer kapladığından zordu. Plastik sandalye ve tabureler birçok nedenden dolayı tercih edilir oldular.
Şimdi de 75 yaşındaki sandalyeci ustası M. Nuri Direzinci ile yaptığımız söyleşiye bir bakalım.
ŞİMDİKİ GENÇLER BİLMEZLER O ESKİ SANAT ESERİ SANDALYELERİ
Nostaljiden hoşlanan insanlardı kullananlar onları artık. Çocuklar, gençler ahşaptan yapılmış bir sandalye görünce şaşıp kalıyordu.
Bu ne yahu? Ne bu? diye kahkahalar atıyorlardı bu 50 cm. yüksekliğinde iki ön ayağı, 90 cm. yüksekliğinde sırt dayanılacak iki arka ayağı olan bu nesneye bakarken.
Kimileri dudak büküp geçiyor. Biri daha yakından bakıyor sandalyeye. 30 cm. eninde, 30 cm. boyundaki düzgün kesilip ayakların üzerine oturtulmuş, spiral ile zımparalanıp güzelleştirilmiş kare biçimindeki tahta tablaya oturuyor.
– Kırılmaz değil mi bu? Düşmem değil mi dede? diye soruyor, otururken 75 yaşındaki son sandalye ustası Mehmet Nuri Direzinci’ye.
Sevecenlikle gülümsüyor Direzinci dede.
– Korkma! Kırılmaz, düşmezsin.
Yetmiş beş yaşında olduğunu kendisinden öğrendim.
– Bu yaşta hâlâ ne işin var çalışmada? diye soruyorum.
– Ne yapayım ağam, diyor. Sigara dumanlarıyla boğulmaya kahvelere mi gideyim? Burada hem oyalanıyorum, hem yararlı oluyorum.
Yararlı olmak. Kime yararlı olur 75 yaşındaki bir insan, son nefesini vermekte olan bir sandalyeci dükkanında çalışarak? Önce kendi bütçesine katkıda bulunur elbette, azına az demez. Sonra topluma, yaşama bir şeyler katar.
Yaşama bir şey katmadan yaşayana insan mı denir? Ne denir ya? Ot, denir. Ot gibi yaşamamak için çalışıyor bu yaşta son sandalyeci de. O çalışırken, ben ellerine bakıyorum onun. Sandalyeye ağaçtan parmak yontarken titremiyor o eller. İşleyen demir ışıldar da onun için. Yüzünde de öyle yetmiş beşlik kırışıklıklar yok Mehmet Nuri Direzinci dedenin. On sekizlik delikanlı gibi al al yanakları, ışıl ışıl gözleri.
Belli ki sigara içerek çürütmemiş kendini hiç. Çalışarak, hep çalışarak içi koflaşmamış bir çınar gibi dimdik. Sürdürüyor çalışmasını.
– Kazancın ne kadar usta? diye soruyorum. Utanıyor söylemeye.
– Eğlenceliğine geliyorum buraya, diyor. Zaman değerlendirmeye. Parasına baktığım yok. Haftada yüz lira kadar bir şey alırım. Gençken daha sıkı çalışırdım. Bunun iki üç katını alırdım. Şimdi işi zevkine yaptığım için azlığına aldırmıyorum.
Yanı başımızda oturan son kalfasına dönüyorum sandalyecilik mesleğinin.
Atölyede üç usta, bir kalfa, üç çırak çalışıyormuş. Ustalar Mehmet Nuri Direzinci, Sefer Direzinci, Mehmet Direzinci. Hepsinin soyadının aynı olmasına takılıyorum. Akrabaymışlar. Biri amcaoğlu, ikisi kardeş. Mesleğe hepsi de beş yaşında başlamış.
8 YAŞINDA KALFA OLUYOR
Beş yaşında, yanlış okumuyorsunuz. Bugünün bebesinin ayağını yere bastığı, Baba bana top al demeye başladığı yaşta onlar ekmek parası kazanmak üzere sandalyeci dükkânına çırak girmişler. Daha da ilginci, 8 yaşında kalfalığa terfi etmişler. Ne güzel!
İşe yeni çırak bulmak kolay olmuyormuş. Zamanın gençleri istikbal görmedikleri sandalyecilikte çalışacaklarına işsiz gezmeyi tercih ediyormuş. Zaten ilgi azaldığından sandalyeci atölyelerinin sayısı da azalmış.
– Eskiden çarşıda en az yirmi atölye vardı, sayısı şimdi üçe düştü, diyor söze karışarak atölyenin sahibi Mehmet Direzinci.
Atölyenin tek kalfası 49 yaşındaki Şıh Mehmet Cengiz. Sanırım en yoğun çalışan da o. Çoluk çocuk beslemek, onları okutmak için çok çalışması gerekliymiş. Bu işte ne kadar çok çalışırsan, o kadar para alıyorsun.
Ne kadar çok çalışırsa çalışsın kalfaların eline geçebilen en yüksek para haftada 250 lira ya oluyor ya olmuyormuş yine de…
HAYAT ATLI BİZ YAYAN
Bu işte çalışarak ev alabilenler var mı sorusuna hep birlikte başlarını iki yana sallayarak olumsuz yanıt veriyor atölyedekiler.
Peki, ya evlenme çağına gelen gençler? Oğlan everip kız gelin etmez mi sandalyeciler, kürsücüler?
Edermiş etmesine de, kendi kundaklarını kendileri bağlar çözerlermiş sandalyecilerin çocukları. Ufak yaşta para kazanmaya başlayıp taksitle eşya alırmış delikanlılar. En az yirmi yıl sürermiş bu da. Zaten o yüzden evlenme yaşı otuzu bulmuş günümüzde.
-Hayat atlı, biz yayan, diyor Cengiz Kalfa. “Tırnağın varsa başını kaşı.”
Bu ekip bir günde 15-20 kadar sandalye üretebiliyormuş ancak. Ürettiklerini stok ediyorlar, müşteri çıkmasını bekliyorlarmış. Kimi zaman stok oldukça artarmış. Yenilerini üretmeye istek kalmazmış ustalarda.
– Nasıl bir pazarı var bu işin? diye sordum atölye sahibi Mehmet Direzinci’ye.
– Buraya gelip tek tek alanlar da var. Çay ocakları için beş, on tane birden kürsü isteyenler olur. İşin toptancılarıyla çalışırız genellikle biz.
Gaziantep’te, İstanbul’da, Adana’da başka büyük kentlerde Telefon açıp kaç tane sandalye ya da kürsü istediklerini söylerlermiş toptancılar. Bizimkiler de kargoyla yollarmış.
TURİSTLER İLGİLENİYOR AMA…
– Turistler de ilgileniyor mu bu sandalyelerle, kürsülerle? diye sordum.
İlgileniyorlarmış. Hem de çok hoşlarına gidiyormuş. Ama taşıyamayacakları kadar kaba eşya olduğundan alıp götüremiyorlarmış. Karavanla gelenlerden alanlar olmuş.
İhraç edilip dış ülkelerde toptancı bayilikler açılsa, iyi satış yapılacağından kuşkusu yok ustaların. Kim bilir belki de sandalyecilik, kürsücülük rüyasının bitmemesi için kurulan bir düştür bu.
Aslında mazisi de pek o kadar eski değilmiş sandalyeciliğin kürsücülüğün. 70 yıl önce filan başlamış bizim buralarda sandalye, kürsü yapılmaya Bir insan ömrü kadar fazla bile olamamış bir kentte ahşap sandalyeciliğin ömrü.
70 YIDAN BERİ İYİ KÖTÜ DÖNÜYOR TEKER
Sabahları dükkanı açarken nasıl bir duygu içinde olursunuz? Gidişat durgunsa eliniz gider mi işe?
– İşin olup olmadığına bakmam ben. Hep aynı aşkla, aynı şevkle açar çalışırım, diyor Mehmet Nuri Usta. 49 yaşındaki Sefer Direzinci Usta ise aynı düşüncede değil.
– Kimin eli işe varır ki kesatlıkta?, diyor umutsuzca.
İki kardeşin hayata bakışları farklı. Umutlu da olsan, umutsuz da olsan, teker 70 yıldan beri iyi kötü hep dönmüş, ama böyle sürmeyecek gidiş diyor yine de ustalar. Dün yirmi altı atölye vardı, bugün üç atölye kaldı. Yarın belki bir atölye kalacak. Belki de hiç kalmayacak. Kara kilit vurulacak. sandalyecilerin, kürsücülerin kapısına. “Bir zaman sonra da, böyle bir meslek mi varmış zamanında?” diyecek insanlar.
O günün geç gelmesini diliyoruz.
Son sandalye-kürsücülerin ısmarladığı üçüncü çaylarımızdaki son yudumları da alarak kalkıyoruz.
Biz sokağın köşesini dönünceye kadar da işliğin kapısında, ayakta sevecenlikle gülümseyerek bakıyorlar ardımız sıra.