FENER YAPIMCILIĞI
İnsanoğlu, ilk çağlardan günümüze kadar korkularının kaynağı olarak gördüğü karanlığı aydınlatmak için çalışmış, güneşin doğuşunu hayatın, batışını ise bilinmezliklerin ve kötülüklerin kaynağı olarak bilmiş. Gecenin zifiri karanlığından hep aydınlığa kaçmış. Geceleri ayın, yıldızların ışığıyla yetinmeyip, bol ışıklı ve daha aydınlık yerler aramış. Ateşin hayatına girmesiyle de yeni bir çağa geçmiş. İnsanoğlunun şüphesiz en önemli buluşlarından olan ateşin nasıl bulunduğuna dair elimizde kesin bilgiler yok. Olası nedenler arasında çakmak taşının piritlere (demir sülfür) sürtünmesini, bir çubuğun bir ahşapta delik açmak için kullanılmasından çıkan kıvılcımları ya da yıldırım, volkan patlaması gibi doğal afetlerin çıkardığı yangınları saymak mümkündür. Ateşin bulunmasıyla ilgili bildiklerimiz tahminden ibarettir. Ancak, Tunç Çağı’na geçilmesi için ateşin bulunmasının gerekli olduğunu biliyoruz.
14. yüzyılda sodyum nitrat ve alkol karışımına batırılıp kurutulan bir çubuk ilk kibrit örneği olarak sayılmaktadır. 1827’de İngiliz kimyacı J. Walker, antimon sulfit, potasyum klorat ve Arap sakızı karışımından kibrit yapmış. Bugün kullandığımız kibriti ise 1850’de John Lundstron, Fransız meslektaşı Charles Savria’nın buluşunu daha güvenli hale getirerek elde etmiş, 1909’da benzinli, 1945’te de gazlı çakmaklar günlük yaşantımıza girmiştir.
Ateşin insan yaşamındaki yerine bu şekilde kısaca değindikten sonra fener yapımına gelene kadar neler yaşanmış kısaca bir göz atalım.
“Gecenin hayrından, sabahın şerri evladır” deyişinde, ışığın ne denli önemli olduğu vurgulanıyor. Aydınlık bir ortam içinse bir ışık kaynağına ihtiyaç vardır. Bu ışık kaynağı çıra, meşale, mum, fitilli yağ kandili, gazyağı lambası, havagazı lambası ve son olarak da elektrikli lambalardır. Fener ise, içinde bir ışık kaynağı bulunan, önü ve etrafı bu ışığı aksettirecek şeffaflıkta bir malzeme ile çevrili taşınabilir aydınlatma aracıdır. “El feneri”, “bez fener”, “kağıt fener”, “sokak feneri”, “gemici feneri”, “deniz feneri” gibi kullanıldığı yere ve yapılışlarına göre isimler almışlardır.
Fenerleri yakan ve bakımını yapan kişilere “fenerci” diyoruz. Bunlar, sokak ve deniz fenerlerinin gazlarını dolduran, fitil bakımını yapan, yakıp söndüren kişilerdir.
Gemilere geceleri yol gösteren deniz fenerlerinin kurulamadığı yerlerde, içerisi fenerlerle donatılmış ve kıyıya yakın demir atmış gemilere ise “fener gemisi” denmektedir.
Fener alaylarını da unutmamalı. Bayramlarda herkesçe kutlanan önemli günlerin gecelerinde halk topluluklarının ellerinde fenerler ve meşalelerle yaptıkları şenliğin adıdır. Bu etkinlik günümüzde halen varlığını sürdürülmektedir.
OSMANLI DÖNEMİ
Padişah IV. Murat’ın (1623–1640) yatsı namazından sonra sokaklarda fenersiz dolaşmayı yasakladığı söylenir. Fenersiz sokağa çıkmanın yasak olduğu bu dönemde gece bekçileri ellerinde fenerlerle gezerlermiş. Tanzimat sonrasında kent hizmetlerinin önem kazanmaya başlamasıyla birlikte sokakların düzenli olarak aydınlatılması gündeme gelmiş, Meclis-i Vâlâ-yı Ahkam-ı Adliye (I I.Mahmut zamanında kurulan meclis, “Yüce meclis”, 1637) kararı üzerine hali-vakti yerinde olanlar evlerinin ve yalılarının önlerinde yıl boyunca kandil yakmaya mecbur tutulmuşlar. İstanbul’un, sokak fenerleriyle aydınlatılmasından önce halk basit el fenerleri veya “işkembe feneri” denilen bal mumuna batırılmış bezlerden yapılan körük gibi açılıp kapanan fenerler kullanılırmış. İşkembe fenerlerinin alt ve üstü genellikle pirinç malzemedenmiş. Konya Mevlana müzesinde Selçuklu dönemine ait, pirinçten yapılmış ajur işi süslemeli kuş kafesi biçimindeki fener bu döneme ait güzel örneklerdendir.
HAVA GAZINDAN GAZ YAĞINA
Dünyada havagazından faydalanılarak ilk sokak aydınlatmasının gerçekleşmesinden 44 yıl sonra İstanbul’da Dolmabahçe Sarayı havagazı fenerleri ile aydınlatılıyor. Bunun için 1856 yılında saray has ahırlarının bulunduğu yere “Dolmabahçe Gazhanesi” kuruluyor. Gazhanede üretilen gazın fazlası, yakın sokaklara döşenen boru hatlarına verilerek sokakların aydınlatılması sağlanıyor. Bu dönemde, Galata, Pera, Yüksek Kaldırım, Pangaltı, Fındıklı, Beşiktaş, Tophane-i Amire, Talimhane ve Saraçhane’ye kadar olan bölge havagazı fenerleri ile aydınlatılmış. ABD’de 1850’lerde bulunan petrolün tüm dünyaya hızla yayılmasıyla da fenerlerde, kandillerde kullanılan zeytinyağı ve mumun yerini petrol türevi olan gazyağı almaya başlamıştır.
İLK SANTRAL
Ülkemizde ilk elektrik santrali 1902 yılında Tarsus’ta kurulmuştur. 1914 yılında İstanbul’da Silahtarağa termik santralı kuruluyor. Cumhuriyet kurulduktan sonra 1935 yılına gelindiğinde ise elektriğe kavuşmuş il sayısı 43’ü buluyor. 1970 yılında ise elektrik ulaşmış köy oranının %7’ye ulaştığını kaynaklar yazmakta. Eşimin ailesi, Kastamonu’ya bağlı Çatalzeytin ilçesinin Saraçlar köyünden. 70’li yıllarda köylerinde elektrik yokmuş. Köylerine gittiklerinde gazyağı lambası kullanırlar; ev ziyareti veya düğünlere katılmak amacıyla geceleri diğer köylere gitmeleri gerektiğinde, içinde idare lambası bulunan fenerler ile konvoy halinde gece karanlığında, bir fenerci önde, bir fenerci ortada, bir fenerci arka tarafta yürüyerek yola düşerlermiş. Bunu yeri geldiğinde yüzüne düşen bir tebessümle hoş bir anı olarak anlatır. Bizler hem bu zor zamanları yaşayan, hem de teknolojinin hayatımızı kolaylaştıran buluşlarından nasibini almış, aradaki bu hızlı değişime ayak uydurmaya çalışan kuşağız.
Elektrik ve onun getirdiği kolaylıklar bu mesleği ve yapanları da maziye gömdü. Geçmişin izlerini görmek için artık eskicilerin mekânlarına gitmek gerek.
GÜNÜMÜZDE
Çağımızda fenercilik mesleğinin varlığını sürdürebilmesi fenerlerin ancak işyerlerimize, evlerimize, aksesuar olarak girmesiyle mümkündür çünkü bilim ve teknoloji bu mesleğin can damarını kökünden kesmiş durumdadır.
Yazımıza konu olan fenerin diğer bir tanımı ise geceleri denizcilere yol göstermek için bir kıyıya, bir liman girişine yerleştirilen üzerinde kuvvetli bir ışık kaynağı bulunan kuledir. Bizim anlatacağımız fener ise bu tanımda bahsi geçen fener türü değildir. Bu yazıya konu olan fenerlerden günümüzde az sayıda hanede bulunduğunu söylesek yanlış olmaz herhalde.
Artık ne fener, ne gazyağı lambası, ne de lüks kullanan kaldı. Nostalji olsun diye alınanların dışında ihtiyaç için alınmadıklarından bu fenerleri imal eden ve halen hayatta olan fenerci ustaları da geçinmek için başka işler yapmaktalar. Kaybolan meslekleri ve ustaları ararken yolumuz Orta Anadolu’muzun yemyeşil şirin ili Tokat’taki Taş Han’a düştü. 1614–1630 yıllarında tamamı kesme taştan iki katlı Osmanlı şehir hanı olarak yapılmış burası. Bu han içerisinde Tokat el sanatlarından tahta baskı yazmacılık, ahşap oymacılığı, bakırcılık ve fener yapımcılığı gibi el emeği mesleklerin son ustalarını bulunduruyor. Taş Han’ın ikinci katında fener imal eden bir ustaya rastladım. Günümüzde fener ustasına rastlamak gerçekten inanılmaz bir şeydi benim için. Ustaya göre ülkemiz genelinde bir elin parmaklarını geçmeyecek sayıda fenerci kalmış. Bunlardan biri Bursa’da, diğeri İstanbul’daymış. Bu mesleğe devam edip çalışmasının tek nedeni ise geçmişe duyduğu saygıymış. “Yaptığım fenerlerin teknolojideki bu gelişmeyle yarışması mümkün değil, ancak bir nebzecik de olsa Osmanlı dönemi fenerlerini gelecek nesillere göstermek amacıyla yola çıktım” diyerek devam ediyor elindeki fenerin lehim işine.
MESLEĞE DUYULAN SEVGİ VE SAYGI
Bu meslekleri yapan insanlar para kazanmıyor ancak bazı ustalar manevi olarak doyuma ulaştıklarını, bazıları da yapacak başka meslekleri olmadığından zorunlu olarak devam ettiklerini söylüyorlar. Para kazanmadan bir mesleğe devam ediliyorsa sanırım bunun anlamı o mesleğe duyulan saygı ve sevgidir. Ustamızın küçük atölyesi irili ufaklı, nakışlı, camları vitraylı fenerler ile tıklım tıklım dolu. Fenerlerde kullandığı modeller Osmanlı dönemine aitmiş. Müzelerden ve tarihi filmlerden faydalanarak şablon hazırlıyormuş. Bu şablonlara kendi düşüncelerini de katarak yeni model ve desenlerde fenerler yapıyor. Bazen de çağın nimetlerinden sayılan internetten faydalanıyormuş. Fenerlerinde, Selçuklu motiflerinden, müzelerde eski kapların üzerindeki işlemelerden, kitap ve dergilerden de yararlandığını söylüyor. Tokat yazmalarında kullanılan motiflerden fenerin bakır bölmelerinde istifade ediyor. Tarihi filmler bu konudaki en büyük kaynağını oluşturuyormuş. “Osmanlı dönemi fenerlerini bugünkü teknikle yapmak bana büyük keyif veriyor” diyor. Mutluluk duyarak büyük keyifle yaptığı fenerlere olan talep azalmış olmasına rağmen bu işe devam etmekte de oldukça kararlı görünüyor ustamız. Bana göre, onun yaptığı fenerler geceleri yolunuzu cılız aydınlatsa da geçmişe yapacağınız zaman yolculuğunda bu ışıkla epeyi yol alacağınız kesin.
SARI BAKIR ÇOK SERTTİR
Eskiden hemen her çarşıda tenekeciler vardı. Tenekeci ustalarının türlü işleri arasında fener yapımı da vardı. Fener yapımında malzeme olarak sarı bakır, bakır, teneke, çinko levha kullanırlardı. Teneke, yani kalaylı sacdan üretilen fenerler çok dayanmaz, paslanır, çabuk çürürdü. Sarı bakırdan yapılanlar ise yaşa neme dayanıklı olduğundan uzun ömürlü olurlardı. Tenekeden yapılan fenerlere göre daha pahalı olurdu ama hali-vakti yerinde olanlar bakır fenerleri tercih ederlerdi. Sarı bakır alaşımlı (bakır ve çinko karışımıdır, bazen bu karışıma kalay, nikel ve mangan da eklenebilir) malzeme çok serttir ve fener ustaları bu malzemeyi fener yapımında kullanmayı pek sevmezler. Sarı bakır dövüldüğünde (çekiçlendiğinde) çabuk sertleşir ve şekil verilirken zorluk çıkarır. Sertliğini almak için ocak üzerinde ara sıra tavlanması gerekir. Tenekecilerin böyle bir ocağı olmadığından tavlama işi için bakırcılara veya kalaycılara müracaat edilirdi.
FENER NASIL YAPILIR?
Şimdi bir fener nasıl yapılır, buna değinelim. Önce yapılacak olan fenerin ölçüsüne göre (genellikle 10 cm. * 10 cm. olur) tabanı bakırdan kesilip bunun altına dört adet ayak lehimlenir. Bu ayakların yüksekliği 2 cm. kadardır. Sonra fenerin yüksekliğine göre 16–17 cm. ölçülerinde camın içerisine gireceği oluklu çubuklar hazırlanır. Hazırlanan bu metal oluklar fenerin yan camlarının uzun kenarları boyundadır. Kısa kenarları için de tabanın ölçülerinde oluklu çubuklar hazırlanır. Hazırlanan çerçevelerden üç tanesi tabana kısa kenarlarından lehim yapılır, birbirine de uzun kenarlarından lehimlenerek bir tarafı ve üstü açık dikdörtgen kafes elde edilir. Yalnız, yapılan çerçevelerin yukarıya gelen kısa kenarı oluk şeklinde kıvrılmaz düz bırakılır. Bunun nedeni fenerin camlarının sürgü gibi yukarıdan aşağı buradan takılıp çıkarılmasıdır. Bazı ustalar fenerin camlarını taktıktan sonra lehim yaparlar. Camın değişimi için kendilerine gelinsin isterler.
Fener içinde ışık kaynağı olarak mum yakılacaksa taban bakırının üstüne mumun oturtulacağı bir yuva yapılır ve ortasından lehimlenir. Eğer ışık kaynağı olarak fenerin içine idare lambası konulacaksa buna gerek yoktur. Sıra fenerin üstünün kapatılmasına gelmiştir. Tabanın ölçülerinde kesilen bir parçanın ortası çapı 6 cm. kadar yuvarlak kesilerek çıkarılır. Bunun üzerine yüksekliği 4 cm. olan bir silindir yapılıp bu deliğin üzerine lehimlenir. Aynı çap ve ölçülerde menfezli bir başka silindir daha yapılıp, daha önce üst tablaya lehimlenen borunun üzerine lehimlenir. Bu ikinci borunun etrafına teneke makası ile diklemesine menfezler açılır ki buradan çıkan sıcak hava, feneri üst tarafından tutan kişinin elini yakmasın. Son olarak, kenarları hafif kıvrılarak hazırlanan gazoz kapağına benzer ısı kalkanı görevini üstlenen bir parça, ortasından bir tel yardımıyla menfezli silindire tutturulur. Bu parçanın görevi hem elin yanmamasını hem de yağmurlu havalarda içeri su sızmamasını sağlamaktır. Son parça fenerin tutamağıdır. 2 cm. eninde 6 cm. çapında hazırlanır. İki üç parmağın rahatlıkla gireceği fenerin taşınmasında kullanılan son halkadır. Tutamak fenerin üst tarafına tel yardımıyla öyle tutturulur ki fener, taşınırken her tarafa dönebilme kabiliyetine sahip olur. Tutamak 360 derece dönebilir. Sıra fenerin açılıp kapanan kapağının montajındadır. Fenerin kapısının çerçevesine iki parça boru lehimlenir. Bu borular içinden ince tel geçecek biçimde kıvrılmıştır. Açılıp kapanan kanadına da bu iki borunun aralığı ölçüsünde bir boru daha hazırlanıp kapağa lehim yapılır. Kapak fenere bir tel yardımıyla tutturulur. Bu ustanın yaptığı en basit menteşe şeklidir. Kapağa lehimlenen bir parça metal anahtar görevini yapar. Fenerin camları da takılınca fener tamamlanmıştır. İçine ister mum ister kandil koyup yakılır. Her hava koşulunda istenilen yere rahatlıkla gidilir.
KÖRÜKLÜ MUMLU BEZ FENERLER
Bir diğer fener çeşidi de içinde mum yanan körüklü mumlu bez fenerlerdir. 1960’lı yıllarda bakırcılıkta nakış işleri yaparken ustamız bu tür fenerlerden yapar, İstanbul Kapalıçarşı’ya götürür, diğer bakır kaplar arasında bu fenerleri de satardı.
Bu fenerler, çapları yaklaşık 20 cm. olan iç içe geçen iki bakır kapaktan oluşur. Genelde bu kapakları sarı bakırdan, sıvamacı dediğimiz bakır tornacıları yaparlar. Alt kapak üst kapağın içine geçer ve fenerin tabanını oluşturur. Alt kapağın ortasına mumun yerleşmesi için yarım silindir şeklinde bir yuva lehimlenir. Esas iş üst kapağın yapımındadır. Üst kapağın içi eritilmiş kurşun ile doldurulur. Üst kapak üzerinde çekiç, zımba ve oyma kalemleri kullanılarak çeşitli süslemeler yapılır. Süsleme işinin en zor yanı kabartma işlemidir. Ayrıca mum yandığında ısısının çıkması için de şekilli delikler açılır. Süsleme ve kesip biçme işlerinden sonra içerisindeki kurşun ergitilerek alınır. Sonra bu kapağın ortası, alt kapağın içine yerleştirilen mumun kapladığı yerin çapına göre kesilip çıkarılır. Açılan bu daire şeklindeki deliğin üzeri menteşeli bir kapakla kapatılır. Son olarak fenere kulp yapılarak kapak işlemi tamamlanır.
Kapağın çapı kadar kesilip bir tarafından dikilen pamuklu bez silindir biçimindedir. İçerisine de daire şeklinde telden çemberler yukarıdan aşağıya doğru aralıklı olarak yerleştirilir. Bu tel olmazsa bez yamulup kapanabilir. Tel, bezin körük şeklinde aşağı yukarı açılıp kapanarak körük gibi hareketini sağlar. Hazırlanan bu form eritilmiş balmumuna batırılır. Mum beze kola etkisi yapar ve yumuşaklığını alır. Daha sonra balmumuna batırılmış silindir şeklindeki bez daha önce hazırlanmış olan bakır kapaklara iç içe geçen çemberlerle tutturulur. Üst kapak kapatılır. Kapağın ortasındaki küçük kapak açılıp mum, fenerin alt kapağının ortasındaki mumluğa yerleştirilip yakılır. Sonra fener kulpundan tutulup kaldırıldığında mum fenerin içinde kalıp yanmaya devam eder. Bu tür fenerleri kullanırken içindeki mum yanar vaziyetteyken küçük kapağı açmadan üst kapak indirilmemelidir.
FENERLERDE KULLANILAN CAMLAR
Fenerlerde kullanılan camlar ısıya ve darbeye dayanıklı olmalıdır. Eski fenerlerde kullanılan camların kalınlığı 1,5–2 mm’dir. Bu kalınlık büyük olasılıkla fırtınalı havalarda fener camlarının yağmurda çatlamaması içindir. İçinde idare yanan fenerin muhafaza camları doğal olarak ısınır. Eğer cam kalın değil ve şoklanmamışsa buraya çarpan soğuk yağmur damlacıkları camın çatlayıp kırılmasına sebep olabilir.
Ustamız yapacağı fenerlerde kullanmak için camları nereden bulacağını da biliyormuş. Eski evlerin pencere camlarının kalınlığı 1.5 mm. ile 2 mm. arasındadır. Eskicilerden, eski binaların pencere ve kapılarındaki camları satın alıp kullanıyormuş. Bu camların ısıya dayanıklı ve çok sağlam olduğunu, kesmek için birkaç elmas uç harcadığını söylüyor. Gerçekten bu eski camların kesilip şekillendirilmeleri çok zor.
Eşim Fatma’nın dedesinin köyünden yeri geldikçe yazılarımda bahsetmişimdir. Kastamonu’nun Çatalzeytin ilçesine bağlı Saraçlar köyü. Köy terk edilmiş durumda. Sekiz ahşap evin oluşturduğu şirin bir orman köyü. Köy evindeki pencere camlarından birisi kırıktı onu yeni cam ile değiştirmiştik. Benim dört tane eski fenerim var. Bir tanesinin camlarından birisi kırıktı. Kırılmış olan eski cam tam fenerlik cam inceliğindeydi. Ben de kırık camı fenerde kullanırım diye almıştım. İstanbul’a döndüğümde bir camcıya giderek fenerin camları ölçüsünde kaç tane çıkarsa kestirmek istedim. Camcı o eski pencere camını kesmek için gerçekten birkaç elmas ucu harcamıştı.
FENERDE VİTRAY
İsteğe göre fenerlerde kullanılan malzeme değişebiliyor. Kırmızı bakırdan, tenekeden, pirinç levhadan da yapılabiliyor. Nakışlı, nakışsız olabiliyor. Restoranlara, evlere, otellere eskitilmiş fener istenildiğinde yarım saat içinde yeni bir fener 100 yıllık hale getiriliyor. Bu işlem için fenerin metal aksamına tuz ruhu sürülüp, yarım saat kadar bekletilip sonra da iyice yıkanıyor. Son olarak da metal olan yerlerine yağ sürülüyor. Fenerlerin camlarındaki vitray uygulaması ustamızın kendi tasarımı. Feneri daha göz alıcı kılıyormuş. Fenerin içinde yanan ışığın renkli camlardan geçerek karanlıkta yansıma görüntüsüne doyum olmaz sanırım.
ADI ŞİNANAY
Son ustaların birçoğu “çalışmayıp ne yapayım, kahve köşelerinde oturup da ne olacak. Hiç olmazsa dükkânımı açıp bir iki komşu ile selamlaşıp sohbet ederim” diye düşünüyor. Çok doğrudur. İnsan sosyal bir varlıktır. Çevresi ile vardır. İnsanı akıl sağlığı ve vücut sağlığı yönünden dinç tutar. Küçük yaştan beri mesleklerine gönül vermiş bu insanlar başka bir mesleğin çıraklığını elbette yapamazlar. Hep çalışmışlar, bir şeyler üretip ekmek paralarını kazanmışlar, ailelerini geçindirmişler. Ustamız sohbetimiz esnasında elinde tuttuğu Tokat yöresine ait bir lambayı gösteriyor. “Bunun adı bazı yörelerde değirmenci idaresi, bazı yörelerde de ‘şinanay’ olarak bilinir. Bunu ben kaybolmasın, gelecek nesiller de tanısın diye yapıyorum” diyor. Bu lambanın Gaziantep ve Güneydoğu’daki adı “değirmenci idaresi”dir. İdare lambası ve mum, halk arasında dibine ışık vermeyen olarak bilinir ama değirmenci idaresi formundan dolayı dibini aydınlatan tek lambadır.
BİTERKEN
Konuştuğum bütün ustaların en büyük meselesi sermayelerinin olmaması. Hammadde temininde, kira ödemelerinde, vergilerinde çokça zorlandıklarını anlatıyorlar. Siftah dahi yapamadan dükkânlarını açıp kapatan bu insanların şikâyet konusu olan kalemlerin altından kalkmaları oldukça zor olsa gerek. En azından böyle işlerle uğraşanlar koruma altına alınmalılar. Dükkânlar bu ustalara daha ucuza kiraya verilip ecdat yadigârı mesleklerin devamı sağlanmalıdır.
Eskiden fener, olmazsa olmazlar arasında olan bir ihtiyaçtı. Karanlıkta yaşanmayacağına göre meslek de gözde işlerden biriydi. Ustaların yanına iş öğrensin, bir mesleği olsun umuduyla çırak verilirmiş. Zaman içerisinde güncelliğini yitiren mesleklere rağbet eden de kalmadı. Bu tür işlerden çıkan araç-gereçler nostalji olsun diye, turistik tesislere, tarihi mekanlara aksesuar olarak alınıyor. Dolayısıyla böyle mesleklere hiç kimse çocuğunu çırak olarak vermek istemiyor. Bırakın başkalarını, konuştuğum birçok ustanın kendi çocuğu bile baba mesleğini yapmıyor; ya okuyorlardı ya da geleceği olan başka işlerdeydiler. Dolayısıyla çırağı olmayan bir mesleğin devamı da söz konusu olamaz. Haliyle bu meslekler son ustalarıyla yok olacaklar. Son ustamız yaşadıkça bu fenerler de yanacak. Onun gidişiyle de sönecekler. Umarım çılgın birisi çıkar “ben fener yapacağım” der de sönen fenerler tekrar yanmaya devam eder.
Kaynakça:
1. Büyük Larousse
2. İlhan Ayverdi, Misalli Büyük Türkçe Sözlük
3. www.blogcu.com
4. www.delinetciler.netı
5. Mehmet Mazak, araştırmacı yazar
6. İstanbul Yurt Ansiklopedisi
7. Osman Nuri Ergin, Mecelle-i Umur-ı Belediye