Harat sözcüğünün dilimizdeki karşılığını görmek için bazı kaynaklara göz atarak başlamak istiyorum yazıma. Merhum dilbilimci Ömer Asım Aksoy’un, “Antep Ağzı” adlı üç ciltlik dev eserinde, kaybolan mesleklerin hemen hemen hepsinin karşılığı var. Bu eserde, dilimize Arapça’dan geçen “harat” sözcüğü “ağaç tornacısı” olarak tanımlanıyor. XVIII. ve XIX. Yüzyıllarda yaşamış bilginlerinden Antepli Mütercim Asım’ın dilimize çevirdiği Arapça’dan Türkçe’ye ünlü “Kamus Tercümesi”nde de “El-hart” kelimesinin, el ile ağacın dallarından yaprak sıyırmak anlamına geldiği belirtiliyor. El-harrat kelimesini de zikrolunan kışır ve tesviye-i (düz duruma getirme düzleme) ud manasından çıkrıkçı veya çarh makulesi (takım, çeşit, ulam-aralarında herhangi bakımdan benzerlik bulunan şeylerin tümü) yapan kimse olarak tarif ediyor.
HARATLIK BİLİNEN EN ESKİ MESLEKLERDEN
İnsanoğlunun ihtiyaçlarını sağlayan araç ve gereçlerini yaparken düzeltme, güzelleştirme ve işe yarar hale getirme merakı birçok mesleğin oluşumunda olduğu gibi, ağaç tornacılığının da doğmasını sağlamıştır. Halk arasındaki adıyla haratlık olarak bilinen ağaç tornacılığı, bilinen en eski mesleklerden biridir. Basit kesici aletlerle yapılan tesviye işleri zaman içerisinde tezgâhlarda yapılmaya başlandı. Kesici, delici, kazıcı, kırıcı aletlerin saplarının yanında okun ahşap kısmı, masa, sandalye, kürsülerin ayakları ve kirişleri, müzik aletlerinin bazı ahşap parçaları, çeşitli çocuk oyuncakları bu el tezgahlarında üretim yapan ustaların ellerinden çıkmaya başladılar.
TEZGAH ÇOK PRATİKTİR, İSTEDİĞİN YERDE KUR, ÇALIŞ
Haratların mesleklerini icra etmek için kullandıkları düzenek son derece pratiktir. Bu düzenek istenilen herhangi bir yerde rahatlıkla kurulabilen parçalardan oluşur. Birbirlerine vida ya da cıvata ile tutturulmazlar. Harat tezgahı olarak adlandırılan bu düzeneğin ortalama 1 metre boyunda 20 cm. eninde ve 3 cm. kadar kalınlığında iki adet zemin tahtası vardır.
Bu iki tahtanın üzerinde 25 cm. yüksekliğinde 6-7 cm. kalınlığında ve yaklaşık 50 cm. boyunda iki ahşap parça bulunur.Bu tahtalar zemin tahtasının iki yanında dik vaziyette dururlar. Bunlardan bir tanesi sabit olup diğeri ileri geri hareket eder konumdadır. Bu ağaç parçalarının üzerinde torna olacak ahşapları her iki tarafından tutmaya yarayan uçları sivrice “punto” demirleri bulunmaktadır.
Tezgahı oluşturan en önemli parçalardan bir tanesi de ağırlık demiridir. 120 cm * 6cm * 6 cm boyutlarında ve oldukça ağır olan bu demir profil, torna işlemi sırasında yan ağaçlarının bulundukları konumda durmalarını sağlar. Eğer bu demir ağırlık olmazsa tesviye yapılan ağaç parçası düşer. Bu ağırlık yan tahtalarının birbirinden uzaklaşmasını önleyerek torna yapılan parçanın aynı konumda kalmasını sağlar.
Tezgahın bir diğer parçası ise kemanesidir. Boyu 1 metrelik bastona benzer kemane. Kıvrık olan tarafı ustanın elinin tuttuğu tarafıdır. Burada basit bir tetiğe benzer tahta parçası bulunur.
Bu tetik tahtası, bastonun düz tarafından gelen kayışın gergin veya gevşek kalmasını sağlar. Tornacı bastona benzeyen bu aletin üzerindeki bu sicimi torna yapacağı ağaç parçasının üzerine bir sıra dolar, daha sonra bu ağacı uçları sivri olan yan ağaç parçasının demirlerinin arasına sıkıştırır. Ağırlık demirini de uygun pozisyonda tezgahın üzerine yerleştirir. Kemanenin baston tarafı avucunun içindedir. Tetiği gerektiğinde çekerek sicimin
gergin olmasını sağlar. Kemaneyi ileri iterken parmak arasında tuttuğu tetiği gevşetip sıkarak sicimin bir sıra sarılı olduğu ahşabın, hep kendi tarafına doğru dönmesini sağlar.
HARAT, ÖNCE AĞACIN ÇAPAKLARINI ALIR
Ahşap işlenmeden önce ilk aşamada ahşabın “çapak” dedikleri fazlalıklarının temizlenmesi gerekir. Bunun için uç tarafı yarım ay şeklindeki “gürez” denilen bıçağı kullanırlar.
Kabası alınan ağaca daha sonra “arde” denilen bıçaklarla istenilen form verilir. Son olarak sıfır zımpara ile perdahlanıp bitirilir. Burada önemli bir ayrıntıyı unutmayalım. Torna ustası tesviye sırasında bıçaklarını kullanırken ayaklarının başparmaklarını da kullanırlar. İki eli ve iki ayağını büyük bir maharetle çalıştırarak eşsiz güzellikte araç ve gereçler yaparak hizmetimize sunarlar.
Bu el tezgahlarında torna olacak ağaca devir kol hareketi ile verilmektedir. Devri düşük olduğundan zurna yapımında el tezgahlarının iyi netice verdiği söylenir. Ağaç tornacılarının, oyuklu yarım ay şeklindeki gürez bıçağı, küçük arde, büyük arde bıçakları olmak üzere üç çeşit bıçakları vardır.
Bıçaklar şekil olarak aynıdır ancak enleri değişebilir. Bıçakların ağızları kullanımdan dolayı körelir. Bazı bıçakların da ağızları işleme sırasında ağacın sertliğinden ve ustanın en küçük bir hatasından dolayı ağızları kırılabilir.
Torna ustaları ağzı kırılan bıçakları önce zımpara taşında düzeltirler. Daha sonra da bu bıçakları yağ taşında dakikalarca uğraşarak keskin hale getirirler.
ARADIĞINI YERİNDE BULMALI USTA
Tezgahın arka tarafına gelen duvarda bu bıçakların özel yerleri vardır. Buralara takılan onlarca bıçak kullanmaya hazır bekleşirler. Ustanın elinin altında o iş bitene kadar kullanımdan dolayı bayağı bıçak birikir.
İş bitiminde temizlenip kontrolden geçirilen bu bıçaklar tekrar yerlerine çıraklar tarafından dizilir. Hangi bıçak nerede olmalı, çırak bunu iyi bilmelidir. Öyle ki usta torna işlemi sırasında elini bıçağa götürdüğünde, istediği bıçağı yerinde bulmalıdır.
Ağaç torna tezgahlarının motorlu olanları 1940lı yıllardan beri kullanılmaktadır. Bizde bu tezgahların geçmişi pek eskiye gitmez. Daha ziyade ağaç torna işlerinde el tezgahları kullanılmıştır.
Bu tezgahların işlenen ağaca delik açılan yerine “matkap kafası” denir. Uzunca bir ahşaba delik açarken ahşap sürekli el içinde döndürülerek delinmelidir, aksi takdirde delik eğri açılır.
Dokuma tezgahlarının mekik makaralarının delikleri bu şekilde delinir. Matkap kafasına takılan ve delme işlemini yapan alete “tığ” denir. Çeşitli çap ve boylarda tığ çeşitleri vardır.
ZURNA, ZERDALİ AĞACINDAN YAPILIR
Şimdi isterseniz tornada imal edilen ürün çeşitlerine bir göz atalım. Örneğin zerdali ağacından zurna ve makara yapılır. Çünkü zerdali, damarsız olup işlemesi de çok kolay bir ağaçtır. Meşe ağacından ise topaç, korkuluk ayakları, havan, havan eli, sandalye parçaları gibi daha ziyade dayanıklı ve sağlam olması istenilen eşyalar üretilir. Çekmeli tezgahdaysa ağızlık, sarımsak döveceği, makara, çekiç sapı ve bilumum eşya sapı yapılır.
Bununla birlikte ağaç tornacılarının en sevdiği ağaç çınar ağacıdır. Öyle ki ustaların dediklerine göre Allah bu ağacı sanki ağaç tornacıları için yaratmıştır. Onları en çok uğraştıran ise meşe ağacıymış. Dayanıklı ve çok sert olurmuş meşe ağacı; doğal olarak işleyeni de bir o kadar uğraştırırmış. Sap yapımında çok kullanılan meşenin, Gaziantep ağzındaki adı zindiyan ağacıdır.
Bu mesleğin geleceği, diğer pek çok unsurla birlikte ormanlarımızın da varlığına sıkı sıkıya bağlıdır. Pek az sayıda kalan ağaç tornacılığı, her ne kadar ağaca bağlı ise de, teknolojinin tehdidi altında olan mesleklerdendir.
İyi bir ağaç tornacısından sandalyeci veya kürsücü olur ama bir sandalyeciden ağaç tornacısı olamaz. 1950lerde Gaziantep’te 50-60 tane ağaç tornacısı varken, bu gün ancak 4-5 tane usta bu işle uğraşmaktadır.
Şimdi de arkadaşımız Fevzi Günenç’in harat Mehmet Ali Usta yazısına bir göz atalım.
BİR SİHİRBAZDI HARAT MEHMET ALİ AMCA
Çocuktum. Bakkaldan aldığım topaçları çevirirdim sokakta yaşıt arkadaşlarımla. Topaca biz “değirme” diyorduk. Bakkalda satılan değirmeler kavak ağacından yapılıyordu.
Kavak ağacından yapılmış olan topaçlar kolayca hort alıyor ya da ortasından ikiye yarılıyordu. Sivri uçlu bir demirle vurulduğunda topacın üzerinde açılan oyuğa hort diyorduk.
Ancak bakkaldan kavak ağacından yapılmış olanlarından alabildiğimden her gün bir topacımı elden çıkartmak, yenisini almak zorunda kalıyordum. Bu da fena halde canımı sıkıyordu.
Yine bir gün arkadaşlarla buluşmuştuk. Ortaya bir daire çizmiştik. Hepimiz topaçlarımızı çıkardık. İplerini özenle sardık. Dairenin ortasına atmaya başladık. Topaçlarımız kendi çevresinde hızla döndükçe ağızlarımız kulaklarımıza varıyordu.
Topacına güvenen önce atıyordu. Sonradan atanlar, yerde dönen topacın üstünü hedef alırdı. Sonradan atan, alttaki değirmeyi yaralarsa onu kazanırdı. Bu oyunda o kadar çok topaç yitirmiştim ki…
Yine böyle bir yenilgi sonrasıydı. Evimizin dış kapı eşiğine oturmuştum. Yüzümü ellerimin arasına almıştım. Kederli kederli
arkadaşların oyununu izliyordum. Omzuma bir el dokundu. Başımı kaldırınca onu gördüm. Harat Mehmet Ali amca, gülümsüyordu.
“Ne oturuyorsun burada Fevzi?”
Arkadaşların oyununa baktığımı söyledim.
“Sen neden oynamıyorsun?”
“Topacımı üttüler.”
Güldü.
“Öyle kavaktan topacı kim olsa üter,” dedi. “Topaç dediğin zindiyandan yapılmış olmalı. Ne hortlanır, ne de yarılır.”
O zamanlar nereden bilebilirdim ki “zindiyan”ın meşe kerestesi olduğunu?..
“Bizim bakkal zindiyan topaç satmıyor ki.”
“Satmaz tabii. O tür topaçlar pahalıdır. Sürümü az olur.”
“Nerde bulabilirim ki öylesini?” diye sordum.
“Bizim işimiz ne?” dedi. “İstersen sana en sağlam topacı yaparım. Bütün arkadaşlarınınkini sen hortlatırsın, sen toplarsın. Bir yığın işe yaramaz topacın olur.”
İşe yarasalar da yaramasalar da arkadaşları yenme başarısını göstermek kanatlandırdı beni.
Anlaşmıştık. Mehmet Ali amca annemden izin aldı. Elimden tuttu. Beni dükkânına götürdü.
Önce Maarifi, sonra Gaziler Caddesini geçtik. Elmacı Pazarının yakınına vardık. Oralardaydı ustanın dükkânı. Çırağı kendinden önce gelmiş, dükkânı açmış, sulayıp süpürmüş, ortalığı derleyip toparlamıştı.
Mehmet Ali ustanın çırağı, benim yaşlarımdaki oğlu Cahit’ti. Cahit, sadece Pazar günleri katılırdı sokaktaki oyunlarımıza. Bizim sokaktan hiç kimse oynamaya yanaşamazdı onunla. Hepsini kivritirdi çünkü.
“Kivritmek” karşısındakini soyup soğana çevirmek anlamına geliyor. Bizimkiler kendisiyle oynamayınca, o da gider başka sokağın çocuklarıyla oynardı. Bir dolu topaçla dönerdi bir iki saat sonra.
“Hoş geldin,” dedi Cahit bana. Güzünden gülücük eksilmeyen bir çocuktu.
“Hoş bulduk,” dedim.
Bana küçük bir hasır kürsü verdi usta. Tam yamacına oturttu.
“Şimdi izle beni,” dedi. Ağaçlar arasından ufak bir parça seçti. Bunu yontup top haline getirdi. Zor yontulmasından sağlam bir ağaç parçası oluğu anlaşılıyordu. Zindiyan dediği bu olmalıydı. Yüzüme bir gülümseyiştir yayıldı.
Usta, o topu tezgahına yerleştirdi. Tezgâh iki ayağının arasına sığacak büyüklükteydi. Keman yayı gibi bir şey kullanarak tezgahı döndürmeye başladı. Tezgâhla birlikte bizim top da dönüyordu.
Mehmet Ali usta keskin harat bıçağını ustaca kullanarak o kaba saba topu iki dakikada topaca dönüştürdü. Yüreğim kabarmıştı heyecandan… Sihirbazdı bu Mehmet Ali usta! Ne çabuk, nasıl da yapıvermişti hemen?
Topacımın ucuna yine aynı tezgahta bir delik deldi. O deliğe, adına “topuza” dediğimiz demir bir çivi çaktı.
“İşte oldu bittiii…” dedi bana gülümseyerek.
“Boyamayacak mısın onu?”
“Bayanlar gibi boyanmaz zindiyan değirme. Değirmelerin kralıdır bu. Krala da boya yakışmaz, vernikle cilalamak yakışır.
Fırçayla cilaladı, bir iki üfürdü. Vernik kuruyunca bana uzattı. Sevincimden kabıma sığamıyordum. Bir an önce mahalleye dönüp arkadaşlara hava atmak istiyordum. Ne var ki Cahit’in, yandaki çayhaneye söylediği çayım gelmemişti daha.
“Acele etme canım…” dedi yerimde kıpırdanmaya başladığımı görünce Mehmet Ali amca. Çay ısmarladık ya sana.”
O ara komşu çay ocağının çırağı çayımı getirmişti. Çırağın elinden alırken çayı az kalsın üstüme dökecektim. Çırak yaşıtım bir kızdı.
Çok şaşırdığımı gören Mehmet Ali amca açıklama yaptı.
“Bizim çaycı Mehmet ustanın kızıdır Lütfiye. Babasına yardım ediyor. Aslan gibi kızdır maşallah. Sabahtan akşama kadar en az yüz çay ulaştırır esnafa.
İmrenmiştim ona. “Keşke benim babam da çayhanesi olsaydı. Keşke ben de çay dağıtsaydım dükkan dükkan…” diye geçirdim içimden.
“Sen çayını içinceye kadar başka şeyler yapalım,” dedi usta.
“Yapalım,” dedim.
Bu kez kavak ağacından bir parça kullanıldı. Sihirbaz ustanın tezgahından bir “çışkağa” çıktı az sonra. Siz “yoyo” dersiniz onun adına. Cahit çışkağaya bir ip bağladı. Atıp tutmaya başladı. Çışkağa iki metre kadar uzağa gidip geliyordu. Teneke yoyolar kadar işlek değildi ama güzeldi yine de. Onu pembeli, yeşilli çizgilerle süsledi Cahit.
“Bu senin…” diyerek bana uzattı sonra da.
Keyfime diyecek yoktu doğrusu.
Çayımı içerken sihirbaz amcam yeni şeyler üretmeye koyuldu. Önce bir havan eli yaptı. Sonra da tahta bir havan…
Onları da bana verdi.
“Asya teyzeme ver bunları,” diyerek bana uzattı. “Asya teyzem” dediği ninemdi.
“Paraları?..” diye sordum.”
“Sen orasını düşünme” dedi gülerek. “Ninen Pazar günü bir tabak mercimekli köfte yollar, ödeşiriz. “Yanında da bir tabak turşu olur herhalde…”
Şimdi de ben gülüyordum. Her köfte yoğuruşumuzda bunları yollardık zaten onlara.
Bu konuşmamızın ardından seri halde kürsü ayakları üretmeye başladı harat Mehmet Ali usta.
“Ben gideyim artık…” dedim.
“Cahit de gelsin seninle,” dedi.
“Yok, kendim giderim,” dedim. İzin vermedi. Cahit’le döndük mahalleye.
O günden sonra hiç kimse yenemedi beni topaç hortlatmada. Aksine bir sürü kınalı değirmeler kazandım.
Yıllar sonra uzak düştük mahallemizden. Önce Cahit’in gözlerini yitirdiğini öğrendim. Sonra sihirbaz harat ustası Mahmet Ali amcanın… Çok acı verdi bana ikisinin birden gözlerinden olmaları.
Bir aile hastalığıymış. Meslekle ilgili değilmiş göz yitimleri. Aldığım son haberden Cahit’in annesi Meryem ablanın tedavi ettirmek için ikisini de hastane hastane dolaştırdığını öğrendim.
Çok uzun yıllar geçmeden haratlık mesleği yok olmaya başladı. Ne yazık ki bizim baba-oğul, bu dünyadan göçme konusunda ellerini mesleklerinden daha hızlı tutmuşlardı.